5 Temmuz 2010 Pazartesi

Çılgın Karadeniz Gezisi

Küçükçekmece sahilinde arkadaşlarımla çay içerken gelen telefonun üzerine, apar topar çantamı alıp Bakırköy'e koştum. Çantamı taşımama yardım eden ve beni istasyona kadar bırakan canım arkadaşlarım Can, Volkan ve Hayber'e teşekkür ederim.

Sabah beşte yola koyulduk. Herkesin uykulu olmasına rağmen gözlerindeki merak parıltısı arabanın içini aydınlatıyordu. İhtiyaç molası verdiğimiz tay-tem tesisleri bizi resmen uyandırmaya yetti. "İsmail'in Yeri" isimli tesisin bahçesinde yolculuğumuzun ilk fotoğraflarını çektim. Anıl ve Emre'nin babası İsmail Abi'yi de andık. Bu olayın üzerine tesis bahçesine park eden Nilüfer yazılı otobüsü görünce "Ne oluyor yahu? Peşimizi bırakmıyorlar." demekten alıkoyamadım kendimi. Annemin ismi Nilüfer de:) Arabada uzun soluklu bir müzik keyfi de yaşadık aynı zamanda. Yol boyunca Eda ile birlikte bol bol müzik dinledik. Bir ara radyoda çalan "Benzemez Kimse Sana" şarkısına birden eşlik etmeye başladım, iyi bir sürpriz oldu herkese. Ve arka 4'lüyü kapattık:)

Amasra'ya geldiğimizde içime burukluk oturdu haliyle. Barış Akarsu'yu andık. Meydandaki heykeli önünde fotoğraf çekildik. Bu arada da alışveriş yapıp hemen otele gitmek isteyen ben, çarşıya girince kendimi unutup deli gibi alışveriş yapmaya başladım. Sevdiğim herkese ufak da olsa bir şeyler almaya çalıştım. Merak edenler de oldu tabii hediyelerini. Daha sonra Amasra Kalesine çıktık. Bol bol fotoğraf çektiğimi gören herkesten "bizi de çeker misin?" laflarını duyunca, kendi fotoğraflarım dışında onlarınkileri de çekmeye başladım. Artık gezi fotoğrafçılığı diye bir dal açmış bulunmaktaydım. Ve nitekim acıktık...

Tepede Ağlayan Ağaç çay bahçesine gittik. Aşırı miktarda gözleme yedim bütün gezi boyunca, çünkü en meşhur yemek bu oralarda. Tabii çay ve tütün mamülleri bu manzarada bize arkadaş oldular. Dağ, tepe, bayır, ova, akarsu, deniz... Coğrafya kitabına düşmüş gibiydim.

Alışveriş, gezmek ve yemek ihtiyaçları karşılandıktan sonra otele gitme vaktimiz gelmişti. Otelin gerçek adı Volkan idi.
Tabii akşam dışarı çıktığımızda ve "otelin adı neydi yahu?" diye sorduğumda gelen ve verdiğim cevaplar enteresandı. Vural, Varol, Vahap...:) Otelimiz Bartın'daydı. Epey dinlendikten ve aşkam yemeğimizi yedikten sonra kendimizi eğelenmek için dışarıya attık ki öyle bir yer bulamadık. Azıcık dolaştıktan sonra loş ışığı camdan süzülen cumbalı bir ev gördük. Dış görünüşüne hayran olmuştum ve balkonunda bira içen üç hanım vardı. Gelin dedim buraya gidiyoruz ve gittik kapının önüne. Ev görünümlüydü ve kapıda resmen zil de vardı. Basıverdi Anıl ve otomatikle kapı açıldı. Yukarı çıkarken hepimiz "vay bee mekana bak İstanbul'da böylesi yok" der gibiydik. Ki yoktu. Böylesine nezih, slow müziklerin çalındığı ve seviyeli insanların geldiği güzel bir mekan:D Işklandırması ve dekorları çok hoşumuza gitti. Bir güzel rakılarımızı içtik, bol bol muhabbet edip fotoğraf çektik. Görecekseniz Bartın'da bu mekanı görün, içecekseniz burada için. Ve inanır mısınız adını bilmiyoruz mekanın. Öylesine dikkatimiz dağılmış ki.

Otele dönerken tekel bayiine uğrayıp bir 35'lik daha aldım. Belki kötü bir işti bu ama günlerden Cumartesiydi ve sabaha kadar müzik dinleyişime eşlik edecek ne vardı ki bundan başka? Odaya çıkıp biraz daha muhabbet ettikten sonra Eda'yı odasına uğurladık. Anıl ve Emre kardeşler ikiz yatağa sızdılar. Ben tek yatağımda müziklerimi dinlerken hem mutlu oldum hemde hüzünlendim. Dağların arkasından güneşin çıktığını gördüm. Hani şu klasik ilkokul manzara resimlerindeki gibi, aynısı:)
Sabah olduğunda kahvaltımızı edip, Safranbolu'ya geldik. Mağara gezdik bir de. Emre'yle bir ara gruptan ayrıldık ve kimsenin çıkmadığı (tabii sonradan anladık) bir merdivenden mağaranın üst katına çıktık. Işılandırma olmadığı için üstün hayal gücümüzle kayalıları farklı şeylere benzettiğimiz için, arkamıza bakmadan bi 200 metre koştuk. Adrenalin dolu anlardan sonra yine yollara düştük. Safranbol'u çarşısını da gezdik bu arada. Bir antika dükkanı sahibi amca ile tanıştık. İlk barutlu silahlardan bir tanesi ile atış denemesi yaptım. İki eski fotoğraf makinasında gözüm kaldı, söylemeden geçemem. Dakdilo ve müzik kutuları da ayrı bir havaya soktu beni. 1. Dünya Savaşı'ndan kalan mektuplara öyle dikkatli baksam bile okuyamayacağımı anlamam geç olmadı. Hepsi ya Osmanlıca ya da hiç bir fikrim yok işte. Osmanlı paralarını da gördük. Hatta Cemil İpekçi onlardan bir kaç poşet alıp elbiselere dikmiş geçen sene.

Tepelere çıktık sonra eskiden cezaevi olan bina şimdilerde cafe olarak kullanılıyor. Bol bol fotoğraf çektim, burda ayrıca bir saat kulesi ve içinde bir çan var. Saat başı ve buçuklarda çalıyor sürekli. 1700'lü yıllardan kalması şaşırtıcıydı. Yine fotoğraf çekmekten kendimi alıkoyamadım. Gruptakiler yeter demeye başlamışlardı. Keşke herkes benim gözümden görebilse...
Fotoğrafta çirkin görünen kimse yoktur bence sadece fotoğrafçı işi biliyor veya bilmiyordur. Bu yüzden benim olmadığım her fotoğraf güzel:) Benim fotoğraflarım biraz flu ve garipler:) Olsun bana katlanarak fotoğraflarımı çekmeye çalışan Eda, Emre ve Anıl'a çoook sağolun diyorum. Bizi yollara düşüren sevgili Grup liderimiz Ayşe Cebeci'ye ve ulaşımımızı sağlayan soförümüz Doğan Abi'ye sonsuz teşekkürler. Tatlılığıyla hepimizin minik prensesi Berrin hanımı çok çok öpüyorum:)
Çılgın Karadeniz turumuz böylelikle güzel bir anı olarak yüreklerimize yazılıverdi...
A.C.D

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder